Kabul etmeliyiz ki, son ekonomik gelişmeler olağan bir süreç değil. Türkiye'nin döviz kurları ve altın fiyatları ile yaşadığı ekonomik olumsuzluk süreci aylardan beri ifade ettiğimiz "olumsuzlaştırma" sürecinin başlangıcı olarak kabul etmeliyiz. Evet, başlangıcı. Çünkü, ilerleyen haftalarda zam oranlarının tüm sektörlerde ürünler bazında yüzde yüz oranında vatandaşa yansıyacağını öngörüyoruz. Son dönemde küresel bazda pandemi ile başlatılan saldırılar karşısında birçok ülkenin diz çöktüğünü hatta siyasi anlamda teslim olduğunu ifade edebiliriz. Öyle ki; her ne kadar süper güç olarak lanse ediliyor olunsa bile, Amerika Birleşik Devletleri'de ciddi bir borç batağında. Ve kend içerisinde yoğun bir fakirlik sürecini yaklaşık 10 yıldır yaşıyor. Öyle ki, Amerika'daki evsizler ile Türkiye'deki evsizleri oransal olarak değerlendirdiğimizde ne demek istediğimizi rakamlarla açıkça anlamış olacaksınız. Oysa tüm bu gerçekliklere rağmen Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile ilgili bakanlıklar sus pus!
Normal şartlarda bugünkü yazımın başlığını "içimizdeki düşman" olarak belirlemiştim. Ancak döviz kurları ile birlikte ekmek fiyatlarınında zam üstüne zam yediği bir dönemde, konuya direkt dahil olmayı doğru buldum. Geldiğimiz noktada siyasi anlamda doğru olan tek gerçek, AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın basın ve medya ile toplum önünden çekilmesi. Türkiye'nin tüm sorunlarında tek konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olursa, tüm olumsuzluklarında tek sorumlusu olarak halk nezdinde Erdoğan sorumlu tutulacaktır! Oysa bu büyük bir hata. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hükümet sistemi ile yönetiliyor. Doğal olarak ilgili alanlara göre ilgili Bakanların ekranlara ve halk karşısına çıkarak tüm yönettikleri süreçler hakkında toplumu ve medya kuruluşlarını bilinçlendirmeleri gerekiyor. Türkiye'nin saldırı altında olduğunu sadece ekonomik olumsuzluklarla ifade edemeyiz. Ve yine bu kur yükselişleri ile borçlanma süreçlerinin aynı anda gelişmesini bir tesadüf olarak yorumlayamayız.
Yaklaşık 1 ay kadar önce belirli bölgelerden gelen Şehit haberleri ile sarsıldık. Şehit haberlerinin acısı ile toplum derin bir hüzün ve psikolojik saldırı yaşadığı anda, ham madde fiyatlarında olağanüstü artışlar ile karşılaştık. Ve son olarak bu hafta, hızla yükselen döviz kurları ile üretim duraksamaları ve beraberinde eş güdümlü alım satım yapamama süreçleri yaşamaya başladık. Bir yanda şeker zamları, diğer yanda ekmek ve akaryakıt zamları ve son olarak gündemde olan asgari ücret zammı ile yükselen bir enflasyon tehdidi ile karşı karşıyayız. Türkiye'yi sömürgeci bir zihniyetin teslim almasına izin vermemeliyiz. Peki, ne yapmalıyız? Burada toplumun göremediği veyahut görmek istemediği para sistemi sorununu acilen çözmek ile işe başlamalıyız. Bunun için en önemli adım ise; tüm vergi borçlarının affı ile birlikte kamu borçlarına yönelik faizsiz taksitlendirme ve sicil afları süreçlerini devreye almalıyız. Dolaylı vergiler ile birlikte toplum üzerinde yüzde 70 oranında olan vergi yükünü, acilen ödenebilir yüzde 35 oranına çekmeliyiz.
Küresel finansal gerçeklerini değerlendirirken, son dönemde gündeme taşınan "evrensel" kavramını iyi okumalıyız. Bir yanda pandemi ile üretimimiz ve ihracatımız tehdit altına alınırken, öte yandan turizm ve uluslararası seyahat zincirimizin kısıtlanmaya çalıştığını kabul etmeliyiz. Tüm olaylarlar küresel bir süreç içerisinde gerçekleşirken neden ısrarla "evrensel" ifadesinin gündeme taşındığını düşünüp, tartışmalıyız. Yine ana muhalefet ile yavru muhalefetin "erken seçim" kararını gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum. Hali hazırda oluşacak bir erken seçim, yüzde 80 oranında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan lehine bir süreç oluşturacaktır. Yine Türkiye'nin terör örgütleri ile mücadele sürecini Şubat ayı başında sınır ötesi operasyonların birkaç adım ötesine çıkararak Irak ve Suriye'de bölgesel savaş olarak tanımlayacağını şimdiden ifade edebilirim. Ki, Türkiye'de şuan yaşanan ekonomik süreç; "savaş ekonomisi" olarak tanımlanmaktadır. Ve içimizdeki en önemli tehdit veyahut düşman unsur Türkiye'nin doğru savunulmadığı gerçeği. Aylardır hatta haftalardır Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sağlık sorununun olumsuz yönde ilerlediği şeklinde haberler ortaya atılıyor. Oysa, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı Çanakkale ili Biga mitinginde sıfır mesafade gördüm. Maşallah sağlık durumu da iyi. Peki, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca neden bir kere bile bu hususu gündeme taşımadı? Türkiye'nin tek sağlık sorunu koronavirüs mü? Türkiye'nin liderinin sağlık durumu hakkında Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Bilim Kurulu üyeleri birkaç kelam etmeyi düşünüyor mu? Evet, içimizdeki düşman konusunu hep birlikte çok iyi değerlendirmeliyiz kıymetli okuyucularım. Bazen susmak, en büyük düşmanlıktır!
Tarih tekerrürden ibarettir. Bu sebeple, Türkiye'nin 1920 yılından 1924 yılına kadar geçen süreç içerisinde yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal verileri detaylı bir şekilde gözden geçirmeliyiz. Türkiye, yaklaşık yüzyıl sonra yeniden Başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Tıpkı; Mustafa Kemal Atatürk gibi bugün Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ordularının Baş Komutanı. Ve bugün yaşanan olumsuz süreçte asıl sorun toplumun öfke patlamaları ve güvensiz eksikliği değil! Aksine, Bakanlar başta olmak üzere Milletvekilleri ve Belediye Başkanlarının toplumu galeyane getirecek kindar ve öfke dolu hasımsızlıkları. İşte AK Parti'nin ve MHP'nin çözmesi gereken ana sorun bu! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile MHP lideri Devlet Bahçeli'nin tüm sağ duyulu davranışlarına rağmen bir kısım Bakanların, Milletvekillerinin, Büyükşehir Belediye Başkanları ile Belediye Başkanları ve dalkavuklarının toplumu geren öfke dolu davranışlardan ve söylemlerden vazgeçmesi gerekiyor. Aksi takdirde; ya Sayın Erdoğan ve Bahçeli bu isimlerden vazgeçecek yada saldırı altında olan Türkiye, ilk defa yurttaşları tarafından yalnızlığa terk edilecek'
Kısacası; bugün yaşadığımız süreç bir ulusal güvenlik sorunudur. Ya gereğini yapmalıyız yada gerilecek süreç sonucununda yaşayacağımız gerçeklerin acı sonuna hazır olacağız.